sonunda basket heyecanı da uçup gitti. mücadele etmezseniz ve kazanmak istemezseniz, kaybedersiniz. işte bu kadar basit. bir de tabii takımınızda büyü yapılmış oyuncunuz varsa o da üstüne tuz biber olur.
yani allahaşkına bu ömer aşık ın durumu nedir ben merak ediyorum. savımı da söyliyeyim. bence en son kavgalı ayrıldığı kız arkadaşı ona büyü yaptırdı. dedi ki; "aman da büyücü teyze, şu ömer e bi büyü yap ki hiç bir faul atışı sayı olmasın!!" e yuh. insan düşmanına bunu yapmaz!! bi de bu büyü tam avrupa şampiyonası maçlarına denk geldi mi!! işte buyrun burdan yakın. bir milli takım oyuncusu 513536564 faul atışının 513536562 tanesini sayı yapamaz mı? yapamayabiliyomuş bunu gördük. ömercik in resmen adı çıktı. o faul atışı yapacağı zaman herkes bıyık altından gülmeye başladı. en son kendisi de güldü. ömer tarafından bakarsanız herhalde hayatının en büyük travmasını yaşadı. "allahım allahım noolur bana faul neyin yapmasınlar, şimdi yine herkesin önünde topu elime alıp çembere sokmaya çalışıcam, anneeeee" dediğini düşünüyorum!! e olmayınca olmuyor!!
artık en son bügünki maçta spiker şöyle dedi: "sevgili seyirciler ömer bu iki maç arasında faul atışı çalışması yaptı ama yine de şansızlık işte" gibi bi şi.... yahu, bunca sene bu çocuk napıyodu? neye çalışıyodu?? karpuzlama diye bi şi var, bari onu yapsaydı!!
not1- oğuz 22 yaşında aklınız alıyor mu?
not2- ömer aşık faul atışlarına rağmen aslında çok iyi oynadı, aman diyim
not3- hellas lafına bayılıyorum.
parasol'e özel arama kutusu
19.9.09
18.9.09
o mu bu mu?
sabah 9 da kalktınız. evden çıktınız. 5 dakika yürüdünüz. elinizdeki anahtar ile kapıyı açtınız. etrafa şöyle bir göz attınız. megafonadan çaycıya seslendiniz. "bir çay" dediniz. yoldan aldığınız poğaça paketini açtınız. o sırada 2 dk uzaklıktaki çay ocağından çay geldi. yediniz içtiniz. etraftaki dükkanlar yavaş yavaş canlanmaya başladı. onlarda sizin yaptıklarınızı yaptılar. içlerinden sevdiklerinize gunaydın dediniz. sevmediklerinizi görmezden geldiniz. biraz gazete okudunuz. 1 saat geçti. içeriye erken uyanmış olan bir kaç kişi girdi. bir kaç fiyat sordular. sonra teşekkür ettiler. 2 saat geçti. 3 saat geçti. öğlen sıcağı bastırdı. uykunuz geldi. bir kaç esnediniz. 4 saat geçti. 5 saat geçti. 2 kişiye satış yaptınız. 6 saat geçti. 3 dk ötedeki dönerciden sandviç söylediniz. karşı komşu geldi. çay ocağından türk kahvesi söyleyip diğer komşunun aşk hayatı ile ilgili dedikodu yaptınız. 7 saat geçti. 8 saat geçti. 9 saat geçti. denizden dönenler turlamaya başladı. sokak biraz hareketlendi. 3 satış yaptınız. 10 saat geçti. büfeden kaşarlı tost ve ayran söylediniz. çaprazdaki komşu ile tostları yiyip karşı komşunun kocası ile ilgili dedikodu yaptınız. 11 saat geçti. 12 saat geçti. 13 saat geçti. saat 22.00. 2 saat kaldı. 5 satış yaptınız. 14 saat geçti. yoldan geçen süper mini etekli ve ince topuklu hatunları süzdünüz. yan komşu ile göz göze geldiniz. alaycı bir gülümseme belirdi yüzünüzde. 15 saat geçti. anahtarları çantadan çıkardınız. kapıyı kilitlediniz. diğer komşular ile 2 dk ötedeki bara gittiniz. 3 bira içtiniz. 17 saat geçti. 5 dk uzaklıktaki evinize gittiniz. 6 ay her gün aynı şeyleri yaptınız. sezonu tapi kapattınız. 6 ay size kaldı. biraz evde takıldınız. biraz istanbula gittiniz. biraz ailenizi ziyaret ettiniz. ve sonra tekrar 9 da kalkıp kapıyı açtınız.
böyle hayatlar var. durağan, zamanı öldüren. tercih meselesi. kaçış durumları. tembellik çekimi. postmodern dünyadan el ayak çekme durumları.
siz ne isterdiniz. bunu mu yoksa şimdikini mi?
böyle hayatlar var. durağan, zamanı öldüren. tercih meselesi. kaçış durumları. tembellik çekimi. postmodern dünyadan el ayak çekme durumları.
siz ne isterdiniz. bunu mu yoksa şimdikini mi?
17.9.09
e: merhaba, ben çıkış kapısındayım
ş: hemen havaş otobüslerinin oradayım, oraya gelirseniz beni görürsünüz
"hmm, elimde o kadar bavul varken neden bu adam beni buradan almıyor??"
e: tekrar merhaba, ben sizi göremiyorum, ayrıca neden buraya gelip bavullarıma yardım etmiyorsunuz?
ş: peki geliyorum oraya
"ayy sonunda akıl edebildi..."
ş: şey yine benim, çıkışa geldim beni görüyor musunuz?
e: yoooo, ben de çıkışın tam önünde bekliyorum. yoksunuz
ş: e ben burdayım, bakın el sallıyorum, görüyor musunuz?
e: hayır, yoksunuz (off çattık valla)....
ş: burdayım
e: yoksunuz (çıtonk, jeton düştü), beyefendi siz nerdesiniz? ben dalaman dayım
ş: nası yani hamfendi, ben antalya dayım!!!!!!!!!!!
işte uzun süre güneşte yaşayan insanların beyin tomografisi:) dün başıma geldi!!
ş: hemen havaş otobüslerinin oradayım, oraya gelirseniz beni görürsünüz
"hmm, elimde o kadar bavul varken neden bu adam beni buradan almıyor??"
e: tekrar merhaba, ben sizi göremiyorum, ayrıca neden buraya gelip bavullarıma yardım etmiyorsunuz?
ş: peki geliyorum oraya
"ayy sonunda akıl edebildi..."
ş: şey yine benim, çıkışa geldim beni görüyor musunuz?
e: yoooo, ben de çıkışın tam önünde bekliyorum. yoksunuz
ş: e ben burdayım, bakın el sallıyorum, görüyor musunuz?
e: hayır, yoksunuz (off çattık valla)....
ş: burdayım
e: yoksunuz (çıtonk, jeton düştü), beyefendi siz nerdesiniz? ben dalaman dayım
ş: nası yani hamfendi, ben antalya dayım!!!!!!!!!!!
işte uzun süre güneşte yaşayan insanların beyin tomografisi:) dün başıma geldi!!
hangimiz yaban insanı?
biraz sonra yazacağım ve eğer isterseniz sizin de biraz sonra okuyacağınız şeyi, aslında istanbul dışına çıkmadan önce düşünmüştüm ama ne kısmetmiş ki istanbul dışındayken yazıyorum.
konu istanbul da yaşamak aslında... istanbul da yaşadıkça ülkenin geri kalan bölgelerinden ne kadar uzaklaştığımın farkındayım. benim için bir bir çok sergi ve müze gezmek, konserlere gitmek, insanların tv lerde gördüğü mekanlara bir parmak şıklatmasıyla varmakk, trafik kurallarına ve sigara yasağına uymak, bir avrupalı gibi davranmak hayatımı oluşturuyor. bunları yapabilememin tek sebebi ise sadece istanbul da yaşıyor olmam. diğer çoğu şehirde ise bu saydıklarımın hemen hemen hiçbiri yok. müzeler yok, açılışlar yok, dünyaca ünlü grupların konserleri yok, büyük alışveriş merkezleri ve boğaz kıyısında çay içmek yok, trafik kurallarına ve sigara yasağına uymak şart değil.
ben de ne zaman istanbul dışına çıksam artık kendimi uzaydan düşmüş yaratık olarak görmeye başladım, ya da şöyle diyim; sanki insanlar beni öyle görüyor! mesela kırmızı ışıkta geçen şoföre hayret etmeler, cık cık cık yapmalar, her mekanda "burada sigara içilebiliyor mu?" die sormalar, çay bahçesinde çekirdek çitleyenleri yadırgamalar, dejavu da bildik ve son moda şarkıların çalmasına şaşırmalar, bar sahibini takdir etmeler, transferimi yapan şoförün istanbul ile ilgili yüce düşüncelerine karşı alçak gönüllü tavırlar takınmalar vesaire vesaire.
velhasıl, istanbul da yaşayıp da benim gibi uzaylı olduğunu hisseden ey gezegen sakinleri! biz gerçekten başka bir hayat yaşıyoruz, medeniyet ve vizyon geliştirme adına çok iyi ama kendi ülkene yabancılaşma adına vahim bir durumdayız. bunu değiştirmek için ne yapmalı derseniz, valla bize sunulan hayat da bu, eğer seviyorsanız devam edin zira yapacak başka da bi şi yok gibi!! ay pardon ya da şöyle yapın, son dönemlerin favori kavramı olan "empatiyi kurun", kuramıyorsanız ikea nın basit ve detaylı hazırlanmış kurulum kılavuzlarına bakın.
notbir: ya iyi de mesela bugün denize girdiğimiz yerde servis yapan garson, bi kültablası almış önüne herkesin ortasında tırnaklarını "çıt çıt çıt" kesiyodu. şimdi ben nasıl empati kurucam, yok galiba kuramıycam. bırakıcam böyle kalıyım.
notiki: istanbul un medeni olmadığını ve bizim de avrupalı olmadığımızı çok iyi biliyorum. sadece "miş gibi yapmak"tan bahsediyorum. yanlış anlaşma olmasın.
notüç: saat 2 28, peh deli miyim?
konu istanbul da yaşamak aslında... istanbul da yaşadıkça ülkenin geri kalan bölgelerinden ne kadar uzaklaştığımın farkındayım. benim için bir bir çok sergi ve müze gezmek, konserlere gitmek, insanların tv lerde gördüğü mekanlara bir parmak şıklatmasıyla varmakk, trafik kurallarına ve sigara yasağına uymak, bir avrupalı gibi davranmak hayatımı oluşturuyor. bunları yapabilememin tek sebebi ise sadece istanbul da yaşıyor olmam. diğer çoğu şehirde ise bu saydıklarımın hemen hemen hiçbiri yok. müzeler yok, açılışlar yok, dünyaca ünlü grupların konserleri yok, büyük alışveriş merkezleri ve boğaz kıyısında çay içmek yok, trafik kurallarına ve sigara yasağına uymak şart değil.
ben de ne zaman istanbul dışına çıksam artık kendimi uzaydan düşmüş yaratık olarak görmeye başladım, ya da şöyle diyim; sanki insanlar beni öyle görüyor! mesela kırmızı ışıkta geçen şoföre hayret etmeler, cık cık cık yapmalar, her mekanda "burada sigara içilebiliyor mu?" die sormalar, çay bahçesinde çekirdek çitleyenleri yadırgamalar, dejavu da bildik ve son moda şarkıların çalmasına şaşırmalar, bar sahibini takdir etmeler, transferimi yapan şoförün istanbul ile ilgili yüce düşüncelerine karşı alçak gönüllü tavırlar takınmalar vesaire vesaire.
velhasıl, istanbul da yaşayıp da benim gibi uzaylı olduğunu hisseden ey gezegen sakinleri! biz gerçekten başka bir hayat yaşıyoruz, medeniyet ve vizyon geliştirme adına çok iyi ama kendi ülkene yabancılaşma adına vahim bir durumdayız. bunu değiştirmek için ne yapmalı derseniz, valla bize sunulan hayat da bu, eğer seviyorsanız devam edin zira yapacak başka da bi şi yok gibi!! ay pardon ya da şöyle yapın, son dönemlerin favori kavramı olan "empatiyi kurun", kuramıyorsanız ikea nın basit ve detaylı hazırlanmış kurulum kılavuzlarına bakın.
notbir: ya iyi de mesela bugün denize girdiğimiz yerde servis yapan garson, bi kültablası almış önüne herkesin ortasında tırnaklarını "çıt çıt çıt" kesiyodu. şimdi ben nasıl empati kurucam, yok galiba kuramıycam. bırakıcam böyle kalıyım.
notiki: istanbul un medeni olmadığını ve bizim de avrupalı olmadığımızı çok iyi biliyorum. sadece "miş gibi yapmak"tan bahsediyorum. yanlış anlaşma olmasın.
notüç: saat 2 28, peh deli miyim?
15.9.09
herkes kaş aaaaaaaa
evet sonunda benim için bu sezonun en uzun deniz tatili geldi çattı. yarın yollara düşüyorum. ilginç bir şekilde de herkes bu bayram kaş a geliyo. londra daki arkadaşım, kardeşim ve damatgil, kardeşimin ve benim arkadaşlarımız, zaten orada yaşayan arkadaşlarımız ve kimbilir istanbul dan başka bilmediğimiz kimler!!
şimdi genelde hep şöyle oluyor; noel babaya oturuyosun ve meydandan geçenleri seyrediyosun ve "aaa hani şu çocuk,trip teki şu çocuk diil miydi", " baksana hani kadıköyde gördüğümüz bi kız vardı ya, hani şu garip olan, işte bakkalda onu gördüm", "yaa hani şunun arkadaşı bilmem kim vardı ya, bi sevgili yapmış kendine, dün plajda gördüm", "alo anniş, hani sizin bi arkadaşınız vardı ya izmir'den, onlar da burda, dün akşam yemekte gördük, size selam söylediler", "eski çalıştığım şirkette çok samimi bi arkadaşım vardı ya, o da bayramda buraya gelmiş".
nereye gidersem gideyim, londra dahil- hep gitmeden önceki gün bir hüzün çöküyor içime. istanbul u bırakmak zor geliyor ama bir kere uçağa bindim miydi, hemen yeni mekanın moduna giriveriyorum :)
kaş ı seviyorum, denizini, bozulmamışlığını, dejavu yu (hep ama hep bizim müzikler çalıyor), restoranlarını, manzarasını, gümüşçülerini, meydanını, mütevaziliğini, herkesi tanıyor olmayı, deniz sonrası çay bahçesinde oturup çayıma pöti bör batırmayı..
not: tatile selam, yazmaya devam :)
şimdi genelde hep şöyle oluyor; noel babaya oturuyosun ve meydandan geçenleri seyrediyosun ve "aaa hani şu çocuk,trip teki şu çocuk diil miydi", " baksana hani kadıköyde gördüğümüz bi kız vardı ya, hani şu garip olan, işte bakkalda onu gördüm", "yaa hani şunun arkadaşı bilmem kim vardı ya, bi sevgili yapmış kendine, dün plajda gördüm", "alo anniş, hani sizin bi arkadaşınız vardı ya izmir'den, onlar da burda, dün akşam yemekte gördük, size selam söylediler", "eski çalıştığım şirkette çok samimi bi arkadaşım vardı ya, o da bayramda buraya gelmiş".
nereye gidersem gideyim, londra dahil- hep gitmeden önceki gün bir hüzün çöküyor içime. istanbul u bırakmak zor geliyor ama bir kere uçağa bindim miydi, hemen yeni mekanın moduna giriveriyorum :)
kaş ı seviyorum, denizini, bozulmamışlığını, dejavu yu (hep ama hep bizim müzikler çalıyor), restoranlarını, manzarasını, gümüşçülerini, meydanını, mütevaziliğini, herkesi tanıyor olmayı, deniz sonrası çay bahçesinde oturup çayıma pöti bör batırmayı..
not: tatile selam, yazmaya devam :)
14.9.09
11B
içinde bulunduğumuz günlerde istanbul, 11.bienale ev sahipliği yapıyor. çeşitli ülkelerden sanatçılara mantılar açıp, börekler pişiriyor, sosyetik konuklara şaraplar ikram ediyor, yerlilere ise meyve suyu yanına kuru pasta veriyor.
saçmalık bi yana, gerçekten güzel bir atmosfer var. geçtiğimiz çarşambadan beri çeşitli açılışlar, partiler vs etkinlikler dolu dizgin sürüp gidiyordu. şimdi ise artık sergi gezme zamanı. öncelikle eğer dünya siyaseti, politika gibi konulara ilgi duyuyor iseniz bu seneki bienali ziyaret ediniz. eminim hoşunuza gidecek bir gün geçireceksinizdir. ben de ucundan kıyısından sanata meraklı bir kişi olarak kendim için gitmeyi planladığım sergileri şöyle bir sıralıyorum. ama bu konuda gerçekten bir şeyler bilmek isterseniz dün radikal de yer alan ahu antmen yazısına şuradan bakabilirsiniz.
* bienal'in ta kendisi
* istanbul modern'de sarkis sergisi
* sabancı müzesi'nde beuys sergisi
* santral istanbul'da yüksel arslan sergisi
* galerist'de craig martin-craig sergisi
* yapı kredi'de Olga Chernysheva sergisi
* siemens sanat'da ‘Viatico: Yolluk’ sergisi
işte eğer ki bayramda- seyranda, yağmurlu haftasonlarında, güneşli pazar günlerinde, arkadaş baskısı ile, her ne neden ile olacaksa olsun bunlar güzel sergiler gibi sanki, olabilir, mümkün, hayırlısı, kısmetin önüne bi şi geçmez, gideceğiniz varsa gidersiniz elbet..
saçmalık bi yana, gerçekten güzel bir atmosfer var. geçtiğimiz çarşambadan beri çeşitli açılışlar, partiler vs etkinlikler dolu dizgin sürüp gidiyordu. şimdi ise artık sergi gezme zamanı. öncelikle eğer dünya siyaseti, politika gibi konulara ilgi duyuyor iseniz bu seneki bienali ziyaret ediniz. eminim hoşunuza gidecek bir gün geçireceksinizdir. ben de ucundan kıyısından sanata meraklı bir kişi olarak kendim için gitmeyi planladığım sergileri şöyle bir sıralıyorum. ama bu konuda gerçekten bir şeyler bilmek isterseniz dün radikal de yer alan ahu antmen yazısına şuradan bakabilirsiniz.
* bienal'in ta kendisi
* istanbul modern'de sarkis sergisi
* sabancı müzesi'nde beuys sergisi
* santral istanbul'da yüksel arslan sergisi
* galerist'de craig martin-craig sergisi
* yapı kredi'de Olga Chernysheva sergisi
* siemens sanat'da ‘Viatico: Yolluk’ sergisi
işte eğer ki bayramda- seyranda, yağmurlu haftasonlarında, güneşli pazar günlerinde, arkadaş baskısı ile, her ne neden ile olacaksa olsun bunlar güzel sergiler gibi sanki, olabilir, mümkün, hayırlısı, kısmetin önüne bi şi geçmez, gideceğiniz varsa gidersiniz elbet..
13.9.09
ne haftasonu ama..
bu hafta sonu gelişen spor olaylarına yarı bilerek yarı bilmeyerek seyirci kaldım:
öncelikle ispanya- türkiye basket maçını bilerek ve farkında olarak zamanında tv karşısına geçerek seyrettim ve iyi ki de etmişim, zira süper heyecanlı bir maçtı. son anda bizim yaptığımız blok sayesinde ispanyolların sayı yapamaması kısmı, tam kendi kullandığınız arabada bir kaza atlattıktan sonraki kalp atışı derecesinde heyecanlıydı. yarın akşamki maçı heyecanla bekliyorum. içimden bir his şampiyon olacağımızı söylüyor!!!
bugün ise tesadüfen yakaladığım "dünya atletizm finali" adlı etkinlik vesilesi ile- ki bu tanımda bir spor olayı olduğundan haberdar diildim- ussain bolt u 200 metrede koşarken seyretme fırsatım oldu. kendisi çok yorgunmuş o yüzden sadece 1.oldu, dünya rekoru neyin kırmadı. ayrıca vlasic in de rekor denemelerine şahit oldum, o da rekor kıramadı ama şampiyona 1.si oldu ve sonrada disko kraliçesi oldu, bir de bayanlar 3000 m de mesereti seyrettim, kendisi hayran olunacak bir disiplin ve başarı öreneği vs vs.
e sonra bi de belki us open da iyi bi şi yakalarım die eurosport u bi açtım ki federer djokovic maçı daha yeni başlıyo yani şu an- yani bunu yazmaktan 5 set oyun kaçırdım bile. vay be dedim ne şanslı bi gece.
ayrıca esas tenis ile ilgileniyor iseniz şuraya tıklayın ve serena nın clijters karşısında nasıl diskalifiye olduğunu seyredin. sinirden beyni oynayan serena, yandaki zavallı japon hakeme bi çıkışıyo, bi kızıyo, elini beline koyup kadına "seni dışarıda feci dövücem sefil japon, ben kimim sen biliyo musun" tarzında bi bağırıyo. sonunda bu küstah davranışları sonucu yarı finalde diskalifiye olup ablasının öcünü alamıyor.
işte böyle sevgili gezegen sakinleri. kah bilerek ve isteyerek, kah bilmeyerek ama çok sevinerek tanık olduğumuz spor olayları bu hafta sonu böyle gelişti. yarın maalesef pazartesi. buradan sizlere bob geldof tan bi kuple sivuple;
Tell me why?
I don't like Mondays.
Tell me why?
I don't like Mondays.
I want to shoot
the whole day doooooooooooooooooooooooooooooown.
öncelikle ispanya- türkiye basket maçını bilerek ve farkında olarak zamanında tv karşısına geçerek seyrettim ve iyi ki de etmişim, zira süper heyecanlı bir maçtı. son anda bizim yaptığımız blok sayesinde ispanyolların sayı yapamaması kısmı, tam kendi kullandığınız arabada bir kaza atlattıktan sonraki kalp atışı derecesinde heyecanlıydı. yarın akşamki maçı heyecanla bekliyorum. içimden bir his şampiyon olacağımızı söylüyor!!!
bugün ise tesadüfen yakaladığım "dünya atletizm finali" adlı etkinlik vesilesi ile- ki bu tanımda bir spor olayı olduğundan haberdar diildim- ussain bolt u 200 metrede koşarken seyretme fırsatım oldu. kendisi çok yorgunmuş o yüzden sadece 1.oldu, dünya rekoru neyin kırmadı. ayrıca vlasic in de rekor denemelerine şahit oldum, o da rekor kıramadı ama şampiyona 1.si oldu ve sonrada disko kraliçesi oldu, bir de bayanlar 3000 m de mesereti seyrettim, kendisi hayran olunacak bir disiplin ve başarı öreneği vs vs.
e sonra bi de belki us open da iyi bi şi yakalarım die eurosport u bi açtım ki federer djokovic maçı daha yeni başlıyo yani şu an- yani bunu yazmaktan 5 set oyun kaçırdım bile. vay be dedim ne şanslı bi gece.
ayrıca esas tenis ile ilgileniyor iseniz şuraya tıklayın ve serena nın clijters karşısında nasıl diskalifiye olduğunu seyredin. sinirden beyni oynayan serena, yandaki zavallı japon hakeme bi çıkışıyo, bi kızıyo, elini beline koyup kadına "seni dışarıda feci dövücem sefil japon, ben kimim sen biliyo musun" tarzında bi bağırıyo. sonunda bu küstah davranışları sonucu yarı finalde diskalifiye olup ablasının öcünü alamıyor.
işte böyle sevgili gezegen sakinleri. kah bilerek ve isteyerek, kah bilmeyerek ama çok sevinerek tanık olduğumuz spor olayları bu hafta sonu böyle gelişti. yarın maalesef pazartesi. buradan sizlere bob geldof tan bi kuple sivuple;
Tell me why?
I don't like Mondays.
Tell me why?
I don't like Mondays.
I want to shoot
the whole day doooooooooooooooooooooooooooooown.
Subscribe to:
Posts (Atom)