parasol'e özel arama kutusu

23.10.09

SüRPRiZ oLGuSu

eskiden, biraz daha eskiden, ben sürprizden sürprize koşan bir insanken aslında sürpriz yapmanın risklerini hiç düşünmezdim. şimdi, yani aydınlanma çağından sonra, birisine sürpriz yapmanın riskli bir durum olduğunu düşünmeye başladım ve sürprizinizden %100 emin olmadığınız sürece de yapmamanızı sizlere salık veriyorum:)

yani bu ne demek? şu demek: her ne kadar siz karşınızdakini tanıdığınızı düşünseniz de, herkesin sadece kendisine ait bir dünyası, beklentileri, düşünceleri var. başkasının dünyasına girmeniz maalesef mümkün değil, bu sebeple size süper bir fikirmiş gibi gelen sürprizler karşı tarafı zorlayabilir ve hatta mutsuz dahi edebilir. tabii ki havayada uçurabillir. ama görüldüğü gibi bunlar hep birer ihtimal... çoğunlukla sürprizi yapan kişi, eğer  kendisine yapılsaydı çok hoşuna giderdi mantığı ile yola çıkarak bir sürpriz hazırlamaya başlar ve işte bu en tehlikeli "sürpriz hazırlama iş akış şemasıdır". mesela bunlar ne olabilir? yılbaşını başbaşa geçirmeyi beklerken sevgilinizin bir sürprizi sonucu, birden  tüm arkadaşlarınızı sizin eve doluşturması, siz evde yayılmak isterken elinize sürpriz bir konser bileti tutuşturulması, siz kaş'a  gideceğinizi sanırken birden bir sürpriz sonucu akdeniz sahillerinde on beş yıldızlı bir tatil köyünde tatil yapmanız, siz yaşgününüzde çılgınca eğlenmeyi beklerken romantik bir akşam yemeğinde masaya bir tek taş koyulması... velhasıl bu örnekler çok çoğalabilir. burada demek istediğim şey şu saydığım sürprizlerin kötü olması değil, sadece sizin havanıza uymama ihtimali olmasıdır. bu sebeple ben son zamanlardaki sürprizlerimi "meta"lar üzerinden yapmayı tercih ediyorum. ne de olsa kimseyi bağlayıcı bir durumu yok. "meta" ne mi? işte ne bileyim karşımdakinin ilgi alanına giren ve istediğini bildiğim eşyalar.

hazır sürpriz demişken benim en çok seveceğim sürprizler- ki kimse üstüne alınmasın- uçak biletleri, konser biletleri, bosé kulaklık :), şu bu o sonra bi de şunlar ve de bunlar ve bir de şu ve ekleyecek olursam bu var, sonra da oo.. gibi şeylerdir. bir sürprizde bütçe değil önemli olan ince düşüncedir bence... karşınızdakine, kendinizi onun yerine koyup en fazla neden hoşlanacağı üzerine kafa patlattığınızı hissettirmek ve sürprizinizle de bunu anlatabilmekdir ki bu da her yiğidin harcı diildir!

not: hayatımda ne kadar az sürpriz kelimesini yazmışım ve yazmak ne kadar zormuş. bu yazıyı yazarken hep sürprüz yazdım sonra düzelttüm, yok düzelttim :)

CHAGALL - şimdi burada


24 ocak'a kadar yapacağım şeylerden bir tanesi, pera müzesinde yeni başlayan mark chagall sergisine gitmek olacak! kendisi 1900'lü yılların başında yaşamış rus bir ressam. ben onun resimlerinden çok etkileniyorum, özellikle yukarıdaki resmi "doğum günü", zamanında beni çok duygulandırmaktaydı. bu resimde chagall "ölümsüz" olarak kendisi ve karısı bella'yı  resmetmiş. sergi 24 ocak'a kadar pera müzesinde olacak. yağmurlu bir günde gitmek müthiş olabilir!!

klasik bir insan probleminin polaroid hali :)

22.10.09

doğum günün kutlu ve mutlu olmasın!!!!

morrissey, morrissey... acıların çocuğu, mutsuz yaşamların guiness'i, kimi zaman üstüne giyecek bir şeyi olmayan, kimi zaman kalacak yeri olmayan, kimi zaman kalbi kırık, kimi zaman aklı bozuk, kimi zaman kızgın ve öfkeli. işte size bugün morrissey'in harika bir şarkısından bahsedeceğim: "unhappy birthday". sözleri özetle şöyle;

I've come to wish you an unhappy birthday
'Cause you're evil
And you lie.
And if you should die,
I may feel slightly sad
(But I won't cry).

Loved and lost
And some may say
when usually it's nothing.
Surely you're happy.
It should be this way ?
I said "No"
And then I shot myself
So, drink, drink, drink
And be ill tonight

From the one you left behind,
Oh, unhappy birthday !

aman yanlış anlaşılmasın, tanıdığım kimsenin doğum günü diil bu aralar, yani sarkazm yok bu post'ta! ben bu şarkıyı çok çok seviyorum, çünkü hiç kimsenin bu lafları sarfettiğini duymadım. çünkü cesaret ister, çünkü gerçeklik ister, dürüstlük ister! "sana mutsuz bir doğum günü dilerim, çünkü sen şeytansın ve yalancısın, ve eğer ölürsen birazcık üzülürüm ama hiç de ağlamam!sevdim ve kaybettim, kimilerine göre bu hiç bi şi diil. tabii, sen mutlusun... böyle mi olması gerekiyordu?  hayır dedim ve kendimi vurdum. yani içip, içip, içip akşam hasta olacağım. arkanda bıraktığından sana mutsuz bir doğumgünü!!!" vallahi de bravo! hiç içinizden birilerine bunları söylemek gelmedi mi? genellikle eğer hala görüşüyorsak eski sevgililerimize "doğum günün kutlu olsun, nice yıllara" gibi sirin sözler söyleriz. hiç telefonu açıpta "doğum günün rezil geçer ve inşallah beter olursun, ve bu akşam umarım bensiz hiç eğlenemezsin, ve ömür boyu mutsuz olasın!!" diyesiniz gelmedi mi? (bana bunu diyecek insanlar tanıyorum, dememek için aramıyorlar belki de :) !)

uzun lafın kısası, haftaya the smiths akşamı varmış, eğer orada çalarsa bu şarkı eskiden kalbi kırılanlar, birilerinden nefret edenler bu şarkıyı bağıra çağıra söylemeli ve huzuru bulmalı!!

işte şarkı şurada. eğer vaktiniz var ise lütfen dinleyin, çünkü morrissey means it!!!!

21.10.09


evimizin hanımı olalım, hiç çalışmayalım!!


hope in a hopeless world

bu aralar "parasol" fazlaca film hikayesi kucakladı. bu durumu da aslında - ben kendim- sıkıcı buluyorum, ama yine de işte iz olsun, bir de gönüller bir olsun diye hemen iki düşüncemi tıkırdatıyım.

michael moore benim her işini takip ettiğim bir kişi diil. kendisine karşı nötr düşüncelerim var. "kapitalizm; bir aşk hikayesi" belgeseline/ filmine bazı beklentiler ile gittim...  nedense hepimize mal olmuş, daha global ama aynı zamanda da kendimin de esiri olduğu tüketim toplumuna göndermeler yapan bir kapitalizm hikayesi bekliyordum ama, belkide doğal olarak bay moore tamamen amerika'nın kapitalizm macerasını anlatmış. finansal sistemden madur olan amerikan vatandaşlarını- finansal sistemden nemalanan amerikan vatandaşlarını  tüm açıklığı ile gözler önüne sermiş. yani son dönemde tüm dünyayı sarsan mali kriz bu aslında...  reagan döneminden bush'a gelinceye kadar geçen zamanı, dramatize etmeden ve  klişelerden uzak bir şekilde, gözler önüne sermiş... tabii bu durumda siz- bir türk seyircisi olarak- olayın hafif dışında kalıyorsunuz, hele ki filmde onlar için kabus olan durumlar, sizin ülkenizde binbir beter bir şekilde, her an, cereyan ediyorsa kendiniz için fazlasıyla üzülmeye başlıyorsunuz.

benim filmden yakaladığım en önemli şey, hiçbir şey sonsuza kadar sürmek zorunda diildir ve değişim, birlik olan toplumlar için mümkündür. amerika'da yeniden grevler başlıyorsa, insanlar haklarını aramak için sokaklara dökülüyor ise- ki bay moore bu değişimi obama ile özdeşleştirmiş- bu tüm toplumlar için olasıdır. umarım, bir gün, biz de bu ülkede bir şeylerin değiştiğini görürüz. kabusum oldu sanki badem bıyıklar hiç gitmeyecek ve demokrasi hiçbir zaman gelmeyecek!! herşey bitti di mi? sona doğru adım adım!! zaten 2012'ye ne kaldı şunun şurasında , yandık ki ne yandık!!

not: her ne kadar film amerika merkezli desem de, obama'nın seçildiği gün içimi kaplayan anlamsız sevinci hatırlamazsam riyakarlık yapmış olurum.

20.10.09

bir sonbahar günü iş çıkışı sinemaya gitmenin çeşitli durumları

eğer yağmursuz bir sonbahar günü içindeyseniz, bu güzeldir. yağmurlu olması da fena değildir. eğer bir sonbahar gününde iş çıkışı sinemaya gitmeye karar verdiyseniz, bunun avantajlı bir çok yanı vardır, ancak avantajlar ve dezavantajlar, sizin işten kaçta çıktığınıza ve sinemanın işiniz ile olan uzaklığına göre fazlasıyla gereksiz bir şekilde farklılık gösterir. şimdi öncelikle, 7 den sonra işten çıkıyorsanız bu saçmalıkları okumakla vakit geçirmeyin. eğer 7 den önce işten çıkıyorsanız ve bunu okumaya yetecek kadar boş vaktiniz varsa, o zaman okuyun, ne bileyim ki... size ne yapacağınızı söylemek benim görevim değil aslında. ayy neyse şurada ufacık bi geyik yapıcam kelimeler nasıl da sarpa sarıyor yazıyı! yahu diyorum ki, eğer 7 den önce işten çıkıyorsanız ve sinemaya girmeden önce 1 saatiniz var ise ve eğer sinema beyoğlunda ise- hmmm sizi gidi demek bir festival filmine gidiyorsunuz! zira artık vizyon filmlerine hep avm'lerde filan gidiyoruz diil mi?- o zaman 6.30 a kadar açık olan sergileri gezebilirsiniz, eğer sergilerden hoşlanmıyor iseniz o zaman kitapçıları gezebilirsiniz, eğer bu ikisinden de hoşlanmıyorsanız, o zaman yine yanlış bir yerdesiniz! isterseniz öyle aylak aylak sokaklarda gezin, o da güzel olur... sonra efendim, başka bir fayda ise yemek yemeye vaktiniz olmayacağından ayaküstü bir tost ya da simit atıştırabilirsiniz. böylelikle az kalori alır ve şişmekten kurtulursunuz, hatta eğer zayıf bir insansanız filmde firigo ya da mısır dahi yiyebilirsiniz. sonra mesela, 9.30 seansına gittiğinizde gelen uykunuz, 7 seansında gelmez. uyuklamadan ve dinç bi şekilde filminizi seyredersiniz, üstüne üstlük çıktığınızda hala saat 9 30 gibi bi şi olacağından kahve içmeye, arkadaşınız ile buluşmaya, eve gidip tv seyretmeye, eve gidip internette takılmaya da vaktiniz kalır. bakın ne hoş oldu! bence iyi oldu bee!

not: film kadıköy de ise demeyi isterdim ama kadıköy de neredeyse salon kalmadı, kadıköy de filmle ilgili olan en iyi şey the end, e o da aslında korsan taksi! reks e gidilebilir çok şart ise, o zaman da gidin trip te ya bira için ya da coffeee&shop da cheese cake yiyin. eğer bir avm'de filme gidisyorsanız- ki bu kısaltma sinirimi bozuyor- zaten o zaman alışveriş yapmaktan başka bir seçenek var mı sevgili dünyalılar??

sergej  hein

19.10.09

ladies&gent., this turkish airlines flight number 14671 will have a delay for an unknown period of time! SORRYY

ayyyyyy!! vallahi fenalık geçiriciiiiiim. hiç sevmediğim bir huyum var sevgili gezegen sakinleri. yani aslında sevmediğim ve başklalarının da hiç sevmediği bir çuval dolusu huyum var ama şimdi ben bi tanesini söyliyceem. o da erteleme huyu... bize bahşedilmiş şu 1 tanecik hayatta, bir sürü bir sürü şey yapmak istiyorum. bunların çoğu basit şeyler. maalesef aslında hiç bir  büyük hedefim olmadan yaşayıp gidiyorum (bu da bir bozukluk galiba). basit şeyler, mesela, şu an bir kitaba başlamak, yaz sonrası tekrar spora başlamak, yogaya başlamak, fransizca dersine başlamak, rejime başlamak, cd lerimin tasnifi ve cd case'lere transferine başlamak, evdeki tüm lüzumsuz eşyalardan kurtulmaya başlamak.. peki ben napıyorum? evdeki geçirdiğim tüm zamanı sepet gibi yatarak geçiriyorum. şu basitin basiti işleri ise sürekli erteliyorum. bir sihirli değnek gelecek sonunda bekliyorum, herşeye başlamamı sağlayacak ve bende bu erteleme huyundan kurtulmuş olacağım. aksi takdirde; okunmayı bekleyen 1000 kitap, 10 merdiven çıkınca nefes nefese kalan bir bünye, sadece ingilizce konuşabilen bir beyin, ideal kilosuna inemeyen bir beden, cd leri hep dağınık ve yer kaplayan bir kişi ve evi çöp eve dönecek bir apartman sakini olacağım.

eyyy güçlü ruhlar ve pozitif enerjiyi pozitif olaylara çevirmeye kadir evren, haydi kolaysa gelin de ben size olumlu enerji verme zahmetinde bulunmadan siz, kırk yılda bir, karşılıksız bir iş yapın!!

bekliyorum

aha işte burada


isterseniz gözlerimi de kapatırım

some girls are "better" than others!!


bazı kadınlar diğer kadınlardan çok çok çok  daha güzeldir ve bu kabul edilmesi gereken bir gerçektir. coco& igor filmini seyrettikten sonra, bir kez daha bu gerçekle yüzyüze gelmiş bulundum. daha önce novo filmi ile de bizleri büyülemiş olan anna mouglalis, coco chanel rolünde nefis gözüküyor. internette yaptığım araştırmada kendisinin yunan asıllı bir fransız olduğu ve "mouglalis" soyadından anlaşılacağı gibi muğla bölgesinden göç etmiş bir ailenin ferdi olduğu yazılıydı. uydurmasyon mu gerçek mi pek bilemedim...

kızlar: bu filme sevgiliniz ile gidecekseniz her şeye hazırlıklı olun

erkekler: bu filme gitmeyin! (sonra film bitince gerçek dünya sizi üzebilir!)